Anahtar kelimeler… Puantiye, benek, renk, dahi, deli, ağlar, aynalar, akıl hastanesi, halüsinasyon, hippi, seksi, sekssiz, moda, renkler, odalar, turuncu peruk, sanatçı, avangart, politik, feminist, duyarlı, sınırlı, sonsuz… Bunları aradığımızda karşımıza gelen isimle, YAYOI KUSAMA’yla yeniden buluşalım…
Sınırlılıktan sonsuzluk, baskıdan özgürlük, monotonluktan motivasyon, rahatsızlıktan sanat çıkarmak… İşte onun yaptığı bu. Hem de sürekli, kendini bildi bileli, 70 yılı aşkın süredir.
O Yayoi Kusama. “Japonya’nın yetiştirdiği en önemli sanatçılardan biri” denilebilir mi bilemem; çünkü onu hangi ülke ‘büyüttü’ çok da emin değilim. Ama “Japonya’nın en ünlü, en önemli, en şahsına münhasır sanatçılarının başında” geldiği kesin. Üstelik o, 87 yaşında da gündemde, hâlâ sanatının, renklerinin, puantiyelerinin, ağlarının, takıntılarının başında… Ya da hepsi onun ‘başında’…
Sanat skalası çok geniş olan isimlerden. O, avangart sanatın en büyük temsilcilerinden. Minimalist, feminist sanatın, pop-art’ın öncülerinden olarak da gösteriliyor. Resim, heykel, kolaj, doğada yerleştirmeler, şiir, roman, sinema etkili olduğu alanlardan birkaçı.
ALICE PUANTİYELER DİYARINDA
İsmi Time Dergisi’nin geleneksel ‘Yılın En Etkili 100’ ismi sıralamasında yer aldı. Doğu ile Batı, resim ile heykel, sanat ile tasarım arasında kararlılıkla ilerleyen sanatçının, ‘Sonsuzlukta’ adlı retrospektifi şimdilerde Stockholm’de Moderna adlı müzede. Retrospektif 11 Eylül’e kadar sürüyor. Daha da taze haber, daha önce Louis Vuitton gibi markalarla işbirliği yapan Kusama, Airbnb ve Tate Modern’ın birlikte düzenledikleri yarışmanın ‘ödülünü yapan’ kişi olacak. Londra’da yarışmaya katılan ve kazananın bir odasını sanat eserine dönüştürecek. Ara ara kiraladığınız evinizdeki bir odanın milyon dolarlık sanat eserine dönüştüğünü, hatta satışa çıkarıldığını ya da bir galeri ya da müze gibi gezildiğini hayal edin. O bir ödül!
Kusama, en kötü hissettiği dönemde bile öyleydi; bir ödül, bir simgeydi. Zorlukla başa çıkabilmenin, inadın, yaratıcılığın, sıradanlığa isyanın, farklılığın, yoktan var etmenin timsali, sanata, dünyaya, ilham perisi bekleyenlere bir ödül. Yaralarını sarmanın ötesinde o yaralara çiçek açtıran biri… Tavşanı takip edip büyülü dünyalara girip çıkan Alice, balkabaklarını sihirle başkalaştıran bir masal perisi….
GEYŞALAR, BABA VE O ANNE
Yayoi Kusama, 22 Mart 1929’da Japonya’nın Matsumoto şehrinde, dört çocuklu ‘orta üst sınıf’ bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Ona göre babası ‘pek çok âşığı olan özgür ruhlu biri’. Ama aynı adam, annesinin gözünde ‘geyşaların peşinde koşan seks bağımlısı, rezil bir adam.’
Kusama’nın hayatını asıl etkileyen kişi ise -onun ifadesiyle- hiç anlaşamadığı, onu sürekli baskılayan, aşağılayan annesi. Onun hakkında şöyle diyor: “Annem sürekli beni babamın peşinden casusluk yapmaya gönderirdi. Hep sinirliydi. Bu yüzden, çok seksi sayıldığım ya da işlerimin seksle, cinsel özgürlükle bağdaştırıldığı zamanlar bile benim için cinsellik hep sorunlu, hep travmatikti.”
İLK HALÜSİNASYONLAR, İLK DESENLER
İmzası olan puantiyeleri, ağları, kendisiyle konuşan hareketli çiçekleri içeren halüsinasyonları görmeye başladığında 10 yaşındaydı. Resim onun için bir kaçış yolu oldu; hem ailesinden, hem de zihninin içinde, savaş öncesi ve sonrası Japonya’sında dışarıda ‘gördüklerinden.’ 1948-49 yılları arasında Japon geleneksel sanatlarından Nihonga eğitimi aldı. Ama binlerce yıllık bir geleneğe dayanan sanat ve onun kuralları, usta-çırak ilişkisi de Yayoi’nin ruhuna uymadı.
II. Dünya Savaşı sonrasında ikinci el bir kitapta gördüğü ABD’li ressam Georgia O’ Keeffe’nin resimleri ise hayatını değiştirenlerden. Amerikan Konsolosluğu’na gidip O’Keeffe’nin adresini almak, ona birkaç resmiyle birlikte bir mektup göndermekse tam onluk bir hareket! Önce Tokyo’ya, ardından Fransa’ya gitmiş. Ama ondan bahsedilirken bu dönem hızla geçiliyor. Çünkü onu ‘beneklerin kraliçesi’ yapan şehir olarak New York görülüyor. Yayoi Kusama’nın, 1957’de ayak bastığı ve sonrasında 16 yıl yaşadığı ABD’de ilk durağı Seattle oluyor. Ardından hayallerini süsleyen New York… Kentteki ilk kişisel sergisi ‘Obsesyonel Monokrom’. Merkezi olmayan çok sayıda siyah beyaz noktayla kaplı tuvaller… Bu sersemletici, şaşırtıcı, saykodelik, hipnotik çalışmaları ona hatırı sayılır bir ün getiriyor. Andy Warhol, Mark Rothko, Willem De Kooning, Roy Lichtenstein gibi büyük sanatçıların arasında çalışmaları o dönem Avrupa’da yükselen Zero Art akımının, New York orijinli Pop Art’ın habercisi olarak yorumlanıyor.
BİTİR SAVAŞI SEVİŞELİM
Ama bu, eserlerini paraya dönüştürmekte iyi olduğu anlamına gelmiyor tabii ki; çöpleri karıştırıp yemek yemişliği bile var. Kapalı bir odada fazla çalışmaktan sağlığı da bozuluyor. İşte bu dönemde elinden tutan ve kendi sanat simsarı Edith Herbert’a, Kusama’yı tavsiye eden de ‘ilk mektup arkadaşı’ Georgia O’ Keeffe oluyor.
Boyunun üç-dört katı tuvallerle oradan oraya gezen Kusama, New York’un popüler noktalarında, Brooklyn Köprüsü’nde, Central Park’ta ‘happening’ler düzenliyor. Çıplak insanları, atları beneklerle beziyor. Tabii ki barış yanlısı; ABD Başkanı Richard Nixon’a “Bırak bu Vietnam Savaşı’nı da, sevişelim” mealinde bir mektup yazıyor. (Yanıt alamamış!)
HİPPİLERİN KRALİÇESİ
1960’lı yılların sonu ise onun yılları. Bir dönem Andy Warhol’dan bile ünlü olduğu konuşuluyor. 1967’de bir ‘vücut boyama festivali’ düzenliyor. Manhattan 5. Cadde’deki St. Patrick’s Katedrali önünde bir pazar günü… Fleetwood Mac ve Country Joe and the Fish gibi grupların müzikleri eşliğinde bir grup genç soyunup birbirlerini boyuyor, sonra öpüşüp sevişmeye başlıyor. Tüm ajansların, basının önünde 60 kadar Amerikan bayrağı da yakılıyor. Polisler, çıplak hippilerin üzerine yürüyor. Ve olaylar olaylar… Bu, Yayoi Kusama’nın ‘gösteri’lerinden sadece biri oluyor. Kusama’nın etkinliklerinde ‘rol almak’ için sıraya giriliyor. Feminizmin, cinsel özgürlüklerin, eşcinsel hareketin sıkı mücadele verdiği, “Savaşma seviş” sloganının en popüler olduğu dönemde, Kusama’nın adı ‘Hippilerin Kraliçesi’ olarak anılmaya başlıyor. Sonra yazdığı otobiyografilerinden birinde şöyle diyor: “Her etkinlikte en az 10 kanun çiğniyorduk. Ama evet hippilerle takılıyordum, özgür seksi destekliyordum. Ama ne uyuşturucuyla ne lezbiyenlikle hatta seksin hiçbir biçimiyle ilgim yoktu.”
FİLM GİBİ; ÇIKIŞLAR VE İNİŞLER
Hollywood’un bir film matematiği vardır; birinin başladığını görürüz, çabaladığını, yükseldiğini ve sonra bir düşüş mutlaktır! Sonra ikinci bir şans, toparlanma ve mutlu son. Yayoi’nin hayatı da film gibi, film ritminde… Az sanat eğitimiyle, bir dolu psikolojik sorunla, mental rahatsızlıklarla, farklı bir dil ve kültürün hakim olduğu bir ülkede genç bir kadın sanatçı olarak geldiği nokta takdire şayan. Ama bu böyle sürmüyor.
1966, Kusama’nın Venedik Bienali’ne ilk katıldığı yıl. Ayna gibi parlayan kürelerden oluşan bir tür ‘kinetik halı’ olan ‘Narcissus Garden’ ve altın rengi bir kimono ile içinde duran Yayoi Kusama büyük ilgi görüyor. Orada 2 dolar gibi bir fiyata minik aynalı kürecikler satması, sanat camiası ve organizatörler tarafından hiç de hoş karşılanmıyor. Sonrasında da fırsatçılıktan, kendini fazla önemsemeye pek çok konuda eleştiri yağmuruna tutuluyor. 1970’de, ayrılışından tam 13 yıl sonra Japonya’ya gidiyor. Çıplak vücut boyama etkinlikleri Tokyo’da tutuklanmasına bile yol açıyor; hızla ABD’ye dönüyor.
PLATONİK TUTKU
ABD’li sanatçı Donald Judd’la da kısa bir ilişkisi olmuş. Ama bilinen tek uzun süreli romantik ilişkisi -onda da seks yok- sanatçı Joseph Cornell ile… Aralarında özel bir bağ ve 26 yaş fark var. Yayoi, “Birbirimizi platonik olarak sevecek kadar tutkuluyduk” diyor; annesiyle yaşayan Cornell’in evinde kalıyor. Birbirlerinin portrelerini yapıyor, kolajlar gönderiyorlar. Cornell, onun maddi durumuna üzülerek, satması için bazı imzalı resimlerini veriyor, Kusama ilk Japonya’ya dönüşünde onları kullanarak bir ‘sanat simsarı’ havasına da bürünüyor ama o dönemin krizlerinde başarılı olamıyor. 1972’de Cornell’in ölümü onu derinden yaralıyor. Hayatındaki iniş çıkışlar, akıl hastalığının artışı üzerine bu derin üzüntü de gelince, Japonya’ya dönerek kendi isteğiyle akıl hastanesine yatıyor.
İYİLEŞMEK İSTEYEN KİM?
O dönemde her şeyden elini eteğini çekmiş gibi de görünse hep çalışıyor; yazıyor, boyuyor, ödül alan filmler çekiyor. Geceleri akıl hastanesinde uyuyor, gündüzleri ise hemen merkezin dibindeki üç katlı atölyesinde çalışıyor. Hayranı olan ve onu Louis Vuitton için özel bir koleksiyon tasarlaması konusunda ikna eden tasarımcı Marc Jacobs’ın söylediğine göre muhteşem bir çalışma azmi ve enerjisi var. Orada bulunma nedeni, ‘iyileşmek’ istemesi değil. Rahatsızlığının bir sanatçı olarak onu daha güçlü kıldığına inanıyor. Obsesif yanı onun gücü.
Eserlerinin isimleri ‘Ben Buradayım Ama Hiçbir Şeyim’, ‘Sonsuzluk Aynası’, ‘Silinmişlik Odası’ gibi hep onu ve dünyasını anlatan, özenle seçilmiş kelimeler. ‘Sonsuz’ ve ‘Sınırsız’ kelimelerinin kaç versiyonu varsa kullanmış. “Sınırları olmayan bir dünyada sonsuzluğu tahmin etmek ve ölçmek arzusundaydım. Gizem ne kadar derindi? Sonsuz sonsuzluklar evrenin ne kadar ötesine gidebiliyordu? Bu soruları sorarken aynı zamanda tek bir noktaya bakıyordum, kendi hayatıma. Tek bir polka noktası, milyarlarcasının arasında tek bir nokta…” diyor. Roman ve otobiyografileri var ki, ikisinin isminde ‘intihar’ kelimesi geçiyor. Ancak o yaşamayı, hem de her zaman tüm kusurları ve belalarıyla yaşamayı seçiyor.
MODADA DA BİR DURUŞU VAR!
O tek noktadan binlerce farklı bakış açısı yaratmayı biliyor. Değişik desenler, renkler, duruşlar, balkabakları onunla anılıyor. 1990’larda New York’ta açılan bir retrospektifle yeniden sanat dünyasının gündemine geliyor. 1993’te eserleri değer kazanmayı sürdürüyor. Her zaman “Kusama duruşu” denen bir durum olmuş, kendi tarzını belirlemiş, kendi giysilerini tasarlamış biri o. Marc Jacobs ve Louis Vuitton işbirliği büyük yankı uyandırıyor. Japonya’nın ünlü ‘Praemium Imperiale’ ödülünü kazanan tek kadın. Onlarca ödülü var, eserleri dünyanın en önemli müzelerinde sergileniyor. New York’ta, Christie’s Müzayede Evi’nde beklenenin 2 milyon dolar fazlasına, 5.1 milyon dolara alıcı bulan resmi ile yaşayan en pahalı kadın sanatçı idi. Amerikalı sanatçı Cady Noland, tek bir eserinin 9.8 milyon dolara satılmasıyla ‘tek eser satışı’ göz önüne alındığında Kusama’nın önüne geçti. Ancak Japon sanatçı, tüm eserlerinin totali düşünüldüğünde hâlâ yaşayan en pahalı kadın sanatçı olarak öne çıkıyor.
TEK NOKTADAN DÜNYAYA
Erasmus, ‘Deliliğe Övgü’sünde şöyle diyor: “Her kim masalını, anlattığının masal olduğunu aklından çıkarmadan en masalsı olmaktan uzak anlatabilirse, anlattığı masalın gerçeğini yaşatabilecek. Kendilerine inanılmayan gerçekler masalsılaşırken, inanılan masallar gerçekleşiyor.” Onun hikâyesi de biraz böyle; sonsuzluğa duyulan inanç, sınırlı gibi görülen bir noktadan da sonsuzluğa pencere açabiliyor.