İkinci Dünya Savaşı’nda askerleri hayata bağlayan ‘aşk tanrıçası’, bir eldiven çıkarışıyla dünyayı kendine tutsak eden Gilda, 20’nci yüzyılın en ateşli ikonu… Rita Hayworth, etrafını saran gizemli cazibenin ardında, Hollywood’un en trajik hayatlarından birini yaşadı. Keder, acı, pişmanlık içinde kıvranan ruhu, mutluluğu yakaladığı kısacık anların tesellisiyle ayakta kaldı. Ve hiç unutulmadan, unutarak öldü.
Tijuana’nın izbe barlarında dans etmek için okulu bıraktığında 12 yaşındaydı. Yaşından 20 yıl büyük makyaj, pamuklu sutyen ve topuklu ayakkabılarla, Los Angeles’tan gelen turistleri eğlendiriyordu. Babası Eduardo Cansino, küçük kızı Margarita’yı karısı diye tanıştırıyor, nüfuzlu bir Hollywood yapımcısına yamayıp altın madenini bir an önce işletmeye açmak istiyordu.
Tüm dünya, ölümünden iki yıl sonra biyografist Barbara Leaming’in ortaya çıkarmasıyla öğrendi: Rita Hayworth bir ensest mağduruydu. Babasıyla ‘Dancing Cansinos’ adıyla çıktığı şovların ertesinde defalarca tecavüze, cinsel istismara uğradı, dayak yedi, zorla çalıştırıldı.
Sonunda 18 yaşında kaçmayı başarsa da, hayat ona hiçbir zaman iyi davranmadı. Tüm dünyanın ‘aşk tanrıçası’, atom bombasının bile üzerine resmi kondurulan global fenomeni, bir çağın cinsel fantezilerinin en seksi arzu nesnesi Gilda değildi. Ağır bir alkolik, yaralı, güvensiz, örselenmiş bir ruhtu. Leaming’in 1989’da yayımladığı biyografinin adı, hayatını en iyi anlatan cümleyle isimlendirilmişti: ‘Eğer Mutluluk Buysa’
18 yaşında babasından kaçan Margarita, 41 yaşındaki Eddie Judson ile evlendi. Judson, tam gecelerin yılanı, fırsat köşelerinin çakalı, şov dünyasının çiğneyip attığı acımasız, şerbetli kurtlardandı. Genç Rita, kendisini koruyacağını sanarak sığındığı bu adam konusunda yanılıyordu. Judson, genç karısını korumak yerine onu paralı prodüktörlerle yatmaya zorluyor, göz göre göre pazarlıyor, istediğini yapmazsa dövüyordu. Rita bir süre itiraz etmeden kocasının her istediğini yaptı. Çocukluk travmaları içinde, derin bir suçluluk duygusuyla birleşerek ruhunu lekelemişti. Seksin, şefkate, ilgiye, sevgiye giden tek yol olduğunu sanıyordu. Bedeni kendine ait değil, başkalarının kontrolünde, hizmetinde bağımsız bir uzuvdu sanki. Fakat bir gün tüm gücünü toplayarak, Judson’ın turnayı gözünden vurduğunu düşünerek ayarladığı Columbia Pictures’ın patronu Harry Cohn ile yatmayı reddetti. Cohn, bu genç ‘Latina’dan büyülenmişti. Hatta ona karşı derin bir takıntı geliştirdi. 1940’larda Hollywood’da aslan payını alan MGM, Warner Bros., gibi stüdyoların büyük yıldızlarıyla yarışacak aktrisi ararken karşısına çıkan Rita Cansino, ne kadar etkileyici olsa da İspanyol kökenliydi. Stüdyo, tepeden tırnağa Amerikalı bir kız arıyordu. Rita Cansino, bu haliyle ancak birkaç müzikalde flamenko marifetlerini sergileyebilirdi (ki kariyerinin ilk filmlerinde bol bol eteklerini salladı).
TEHDİT, ŞİDDET VE KORKU
Cohn, Rita’ya annesinin kızlık soyadı Hayworth’ı almasını, saçını kızıla boyamasını ve Latin genlerini ortaya koyan alnındaki Mickey Mouse saç çizgisini estetik operasyonla düzeltmesini söyledi. Onu baştan yaratıyor, tüm etnik kökeninden soyarak, Amerika’nın rüyalarına girecek yeni tanrıçayı şekillendiriyordu. İlk büyük stüdyo filmi ‘Only Angels Have Wings’de (1939) Cary Grant’in karşısına çıktığında artık bambaşka bir kadındı.
Şöhret yolu açıldığında Judson’ın da iştahı kabarmıştı. Hayworth’ın menajerliğini üstlenirken bir taraftan da kazandığı her kuruşa el koyuyordu. Bir keresinde hemen 12 bin dolar bulmazsa, yüzünü yakmakla, ‘vücuduna çok fena zarar vermekle’ tehdit etti.
Şiddet ve korkuyla geçen evlilik 1941’de son buldu. Boşandığında cebindeki birkaç dolardan başka parası yoktu. Arkadaşı Hermes Pan’in evinde karnını doyurduğu günler, en şaşaalı yıllarında bile aklından çıkmadı.
İkinci Dünya Savaşı son şiddetiyle devam ederken, Amerikalı askerlerin en büyük tesellisi, 1941’de Life dergisinin ağustos sayısında yayımlanan bir fotoğraf oldu. Resim altında, “Rita Hayworth, kendi evinde, kendi yatağında” yazıyordu. Resim 20’nci yüzyılın en ünlü pin up karelerinden birine dönüştü. Hayworth, dantelli ipek geceliğiyle, saçlarını savurmuş, o utangaç erotizmin en ikonik pozuyla, omzunun üstünden ancak hayalimizde tamamlayabileceğimiz şanslı birini süzüyordu. Sonrasında atom bombasının bile üstüne yerleşen bu fotoğraf Manhattan’da birinin daha ilgisini çekti. O sırada radyo programıyla meşgul Orson Welles, dergiyi açar açmaz “Ben bu kadınla evleneceğim” demişti.
“ERKEKLER GILDA’YLA YATAĞA GİRİP BENİMLE UYANDILAR”
Welles, Hayworth’ın hayatına giren çulsuz, sahtekâr, gaddar adamlardan farklıydı. Dev bir megalomanyak, tarifsiz bir nevrotik olmasına rağmen iyi eğitimli, yetenekli, zeki ve kendine özgü bir biçimde esprili bir adamdı. Hayworth ise perdede Olympos’tan yeryüzüne inmiş bir tanrıça gibi görünse de, kamera arkasında utangaç bir kedi gibiydi. Kendine güveni neredeyse sıfırdı. Herkesi kendinden üstün görüyor, içine düştüğü güvensizlik girdabından bir türlü çıkamıyordu.
O ünlü sözü “Erkekler Gilda’yla yatağa girip benimle uyandılar”ı söylerken haklıydı. Gilda’nın kızıl ateşi Rita’nın ancak içini yakıyordu. Welles, her şeye rağmen bu yaralı, huzursuz ve ölümüne güzel kadına âşık oldu. Söz verdiği gibi 1943’te de evlendi. Welles 2 metre boyunda, davudi sesli, kapıdan girdiği anda varlığıyla herkesi etkisi altına alan karizmatik bir adamdı. Dev cüssesine yakışır biçimde de yiyip içiyordu. Alkol ve uyuşturucu, Hayworth’la evliliği boyunca ikilinin zehiri oldu. İçindeki kederi bastırmaya çalışan Rita, bourbon şişesine kocasından daha yakın hissetmeye başlamıştı.
Welles, sürekli çılgın projeleriyle, gişede batan filmleriyle borç içindeydi. Buna rağmen delice para harcıyor, karısının kazancını tuhaf fikirlerine, başka kadınlara, şatafatlı tatillere yatırıyordu. Zaten paranoya, kıskançlık ve güvensizlik içinde kıvranan Rita, hayatının aşkının Judy Garland ile yaşadığı kaçamağı, genç dansçılarla yaptığı alemleri, magazin sütunlarındaki dedikoduları gördükçe çılgına dönüyordu. Welles, yıllar sonra verdiği son röportajlarından birinde, Hayworth’ın gece yarısı delice içip, canına susamışçasına dağ yollarında otomobil kullandığını, sinir krizleri sırasında evdeki mobilyaları parçaladığını, en ufak bir olayın ölüm kalım meselesine dönüştüğünü anlatacaktı. 1947’de birlikte oynadıkları ilk ve son filmleri ‘The Lady From Shanghai’ın ardından boşandılar.
Fakat işler tabii ki kolay olmadı. Hollywood skandallarına yakışır şekilde birbirine giren aşk üçgenleri, veraset davaları, suçlamalar, kaçamaklar, yalanlar uzun süre manşetleri meşgul etti. Hayworth, ikinci kocasından boşanmadan ünlü playboy Prens Ali Han’la gizli bir ilişki yaşamaya başlamıştı. Babası Ağa Han, milyonlarca Müslümanın ruhani lideri, dev bir krallığın hakimiydi. Bir tek Hayworth’ın devam eden evliliği değil, Ali Han’ın iki oğlunun annesinden boşanmamış olması da skandalın tuzu biberi oldu.
TUTSAK PRENSES
Patronu Harry Cohn’un 1.2 milyon dolarlık dava açmasına, dünyanın her yerinden kınama mesajlarına, gazetecilerin saldırılarına rağmen 1948’de, Fransız Rivierası’nda 40 kişinin katıldığı bir törenle evlendiler.
Fakat prenses hayatı Hayworth’a göre değildi. Seneler sonra rol arkadaşı Frank Langella’ya “Hapishanede gibiydim” diye anlatmıştı. “Odadan çıkmamam için kapının önünde iki adam birbirinin üstüne yatmış şekilde bekliyordu. İnsanların eteklerini öptüğü bir yerde yaşamak istemiyordum. O ne Tanrı aşkına?! Nasıl bir saçmalık! Zaten lanet bir prenses olmaya da niyetim yoktu. Sonunda yaşlı kayınpederime gittim. Beni severdi. ‘Bak babacım, bana çocuklarımı ver, hayatınızdan çıkıp gideyim. Hiçbir şey istemiyorum’ dedim.”
Elbette yine bu kadar kolay olmayacaktı. 1951’de ‘aşırı şiddeti’ gerekçe göstererek boşandıklarında kendini acımasız bir veraset savaşı içinde buldu. Kızı Yasmin için verdiği mücadele onu yıllar içinde en çok yıpratan olaylardan birine dönüşecekti.
Rita Hayworth, sinemayla bağlarını iyice kopardığı 1950’li ve 1960’lı yıllarda iki evlilik daha yaptı. Bunlarda da durum değişmedi. Para peşinde adamlar, kendine güvensizliğini iyice hırpalayan kaba kocalar, mutsuz, aşağılık ilişkiler….
Trajik bir biçimde 40’lı yaşlarından itibaren Alzheimer’la mücadele etmeye başlaması, belki de aklının ona oyunuydu. Çocukluğundan beri unutmak istediği her şeyi, kızı Yasmin’in Manhattan’daki evinin penceresinden Central Park’ı seyrederek sildi. Uzun süre alkolizmle karıştırılan hastalığı ancak 1980’de teşhis edilebildi. Ölüm döşeğindeyken, ona bakmak için her şeyden vazgeçen kızını tanımıyordu. Babasının nefesi, kocasının, incecik boynuna yapışan eli, saçında başka kadınları kokladığı tek aşkı zihninden silinip gitmişti.
Rita Hayworth, 1987’de 68 yaşında girdiği komadan uyanamadı. Mutluluk, belki de onu hayatının son bölümündeki karanlıkta buldu.